Luther: The Fallen Sun, kötü yazılmış ve kötü oynanmış bir dizi bölümünden fazlası değil. Maalesef Netflix, Luther’i ucuz ve sıkıcı bir Bond filmine çevirmiş.
Aslında Neil Cross’un yarattığı Luther’in İngiliz polisiye kökleriyle fark yaratan, kendine has bir ruhu vardı. Modern Avrupa gizem hikayelerinin şiddeti, eski moda bir polisiye aksiyonuyla ustaca birleşiyordu.
Karakterin seri boyunca devam eden gelişimi, özellikleri ve içsel çatışmaları da dikkat çekiciydi.
John Luther’in aslında karanlık bir “vigilante” zihnine sahip olması, çoğunlukla bir antikahraman gibi davranması ve buna karşılık ahlaki pusulasını korumak için kendi içinde verdiği mücadele izleyiciyi karakterin kalbine götürüyordu. Seri bir torba içinde birçok klişe sunsa da tutkulu bir şekilde meydan okuyordu.
Ayrıca serinin Amerikan “CSI” prodüksiyonlarına benzeyen yüksek tansiyonu, Prime Suspect tonu ve Idris Elba’nın karizması da Luther’i farklı bir yere koymuştu.
Fakat serinin devamı niteliğindeki Luther: The Fallen Sun eldeki bu iyi malzemeyi çarçur ediyor ve özensiz bir devam filmi olarak karşımızda duruyor.
Filmin en büyük problemlerinin başında ise zayıf senaryosu ve gülünç olay örgüsü geliyor. Üstelik Andy Serkis’in canlandırdığı villain’ın da fazlasıyla iki boyutlu ve kartondan olduğunu belirtmek gerekiyor.
Ne yazık ki Serkis gibi şahane bir karakter oyuncusunu tüm bu abukluğun içinde Donald Trump tarzı kötü bir saç modeliyle izliyoruz.
Film boyunca da ne karakterler derinleşiyor ne de motivasyonlarını pekiştirecek unsurlar sergileniyor. Doğrusu film o kadar baştan savma yazılmış ki kötü adamın planlarının nasıl gerçekleştiği bile belirsiz.
Sanki Netflix bütün bir TV sezonunu iki saatlik bir süreye sığdırmaya çalışmış gibi duruyor.
Sonuç olarak Luther: The Fallen Sun, Idris Elba’ya rağmen her açıdan sınıfta kalan ve Luther serisinin mirasını bozan bir yapım.